20 Ağustos 2016 Cumartesi

Ölmeden Önce Mutlaka Okumanız Gereken Kitap



Selam bugün kırmızı bültenle aranırken beyaz sarayın önünde fotoğraf çektiren pablo escobar gibi uyandım.

Haftaya gireceğim tıp dil sınavı neymiş bir bakayım derken bulduğum sayfalar beni gittikçe ağırlaşan bir meraksızlık nöbetine soktuğundan kendimi buraya attım... her ne kadar diş hekimliğini bitirdikten sonra uzmanlığı burada düşünmüyor olsam daaa... gireceğim bir sınav işte amaaaaan adet yerini bulsun. (ilerleyen zamanlarda yurt dışında uzmanlık için bir kaç şey söyleyeceğim)

Her neyse bugünkü konumuz bu değil kendimi buraya atmamda ki sebep geçenlerde okuduğum bir kitabın beni aşırı eğlendirmesi ve seninle bunu paylaşma dürtüm.

İnsanlar gözüme kıyıya vurmuş kalamarlar gibi göründüğünde sessizce bir kitap alırım elime ve bitene kadar pek fazla insanla muhatap olmamaya çalışırım.
Sadece yazar ve ben.
Bir yazarla konuşmak isterim konuşmak dan ziyade hissetmek isterim aslında onu.
Bunu şimdiye kadar en iyi başaran ekmek arası (ham on rye) eseri oldu. Evet kitap analizi yapan bir blogger değilim kafama ne eserse onu yazıyorum ama bundan bahsetmiliyim sana biraz.

Zira balıklarla yarışan hafızamın bağırsağına gitmeden kurtarmam gereken bilgiler var aklımda.

Bakma unutkanlık kötü bir şey değil aslında koskoca meşe palamut ağacının soyu, sincabın tohumu nereye gömdüğünü unutmasına bağlı mesela...
Sadece unutmadan önce ölümsüzleştirmek lazım bazı bildiklerimizi.
Oğuz Atay'ın da dediği gibi ;
"Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim,çünkü ben öldükten sonra beni kimse okuyamaz"

Eevet velhasılkelam Charles Bukowski okumamıştım daha önce ama bildiğim kadarıyla hayal gücü pek olmayan ,alkolik, küfürbaz bir yazardı aklımdaki şablon.
Ekmek Arası kitabını okuduktan sonra alkolik olduğuna emin oldum.
Bonus olarak da en iyi sohbet edebildiğim yazarlardan biri oldu kendisi. Yaşadıkları hissettikleri hissettirdikleriyle sanki onunla yaşadım çocukluk dönemlerini , onunla birlikte girdim babasının kemerle dövdüğü banyonun içine. Öylesine maskesiz , perdesiz öylesine kendi ki her cümle de her sayfada imzası var...
Mesela
Turgenyev 'den bahsederken
"Çok ciddi bir yazardı ama beni güldürüyordu,çünkü bir gerçekle ilk karşılaşma gülme duygusu uyandırıyordu insanda.Başka birinin gerçeği sizin de gerçeğiniz ise ve o bunu sizin için dillendiriyorsa " der...

Mesela filipinliler hakkında çok şey duymuştum beyaz kadınlardan özellikle sarışınlardan hoşlanırlar ama "stiletto" denen küçük hançerleri taşıdıklarını Bukowskiyle öğrendim.

Stiletto bizim dilimizde moda da karşılığı olan bir kelime bayanların beş parmaklarını üçgen bir kafaya yerleştirip nazikçe yürümeleri beklenen kadını metalaştırmaya katkı sağlayan deha ürünü(!) bir araç.
Ama gerçekte

 bu.




İkinci dünya savaşının bitimiyle birlikte uçak sanayisinde yaşanan gelişimlerin ürünü bu aliminyumu ne yapsak da saklasak demişler metal malzemelerle birleştirilerek ayakkabı sektöründeki bu büyük açığı dünyanın en ince topuğunu üreterek kapatmışlar.
Şeklinden mütevellit olacak parmak uçlarında, kalçalarını sallaya sallaya günümüze stiletto olarak çıkagelmiş.

Ne diyorduk eğer bir yazarla sohbet etmek istiyorsan ölmeden önce kesinlikle Ekmek Arası'nı okumalısın ve eğer bana güvenip kitabı okursan mutlaka ardından John Fante'nin "Ask the dust" kitabına sahip olmalısın
(ingilizce seviyen iyiyse orjinalinden okumanı tavsiye ederim zaten çok açık bir dili var) aslında Bukowski'nin ilham kaynağının nereden geldiğini de böylece çözmüş olursun...

John Fante'nin de trajik bir hayatı olmuş, şeker hastalığına yakalanmış 20 yıl sonra gözlerini kaybetmiş ama yine de eşinin yardımıyla yazmaya devam etmiş. Bukowskiden farklı olarak duruşunda keskin bir kararızlık hakim. Bukowski'nin duyguları daha sertt daha hissedilir daha sivri derim ben.

Benim gibi bilim kurgu düşkünü , kurt vonnegut aşığı, douglas adams hayranı, robert silverberg sevgini bir insanın (daha çok sayacak isim var ama betimlemem yetmedi) sıradan yaşamının bir gününde yazarla sohbet edebilme şansını yakalatan bu iki kitabı okuyup pişman olmayacağına eminim :)

Madem pablo escobarla başladım pablo escobarla bitireyim hala duymayan kalmışsa hayatını konu alan "Narcos" dizisi bu sıcaklarda "tuyo" jeneriği ile başlarken kalbimi fethetmiş olup insana o yıllarda kolombiya' da yaşamadığına şükrettiren dizidir.
(bu yıllarda Türkiye'de yaşamak da pek iç açıcı olmasa da...neyse dizi güzel)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder